
Cinsiyet ahlaki ağırlığı ve bilimsel gerçekliği ile ayrılık yaratan bir kavramdır.
“Sex” söcüğü, Fransızca (sexe) ve Latince (sexus) kökenlidir. Sexus kesmek/bölmek anlamındaki secare ve yarım anlamına gelen seco sözcüğü ile ilişkilidir. Cinsiyet ikiliğinin Avro-Amerikan felsefesinde beden-zihin ve doğa-kültür benzeri diğer pek çokları gibi oldukça kökleşmiş olması şaşırtıcı değildir. Bu da kadınların daha zayıf bir cinsiyet olduğu fikriyle örneğin cinsiyetçi iş gücü ayrımcılığını desteklemekte ve doğallaştırmaktadır. Dil ise bu cinsiyetleri “karşıt” olarak nitelendirdiğimizden ve yaşam boyunca bu temel bakış açısı ile“ikili” ifadelerle düşünmeye özendirilmiş olduğumuzdan, erkek ve kadın arasındaki ayrıma ayna tutmaktadır.
Bu cinsiyetçi ikilik sosyal hayatta belirgin şekilde azalırken, geleneksel olarak önyargılardan uzak görülen alanlara ve hatta cinsiyet bilimine kadar sızmıştır. ‘The Egg ve the Sperm’ (1991) başlıklı makalesinde antropolog Emily Martin üreme biyolojisinin “bilimsel bir peri masalı” olduğunu belirtir. Kitaplar ve dergi makalalerini araştırdığında, spermin erkek vücudu tarafından üretilen aktif, bağımsız ve güçlü olduğuna dair sayısız tanımlama bulurken; yumurtaların aksine büyük ve alıcı olarak sınırlandığını, onların etkilerinin daha pasif olarak nitelendirildiğini ve akıbetlerinin sperm hücresine bırakıldığını görmüştür. Bu temsil biçimi, hücum etmek üzere üretilen spermin çok küçük miktarda olduğunun keşfedilmesinden sonra bile devam etmiştir. Oysa yumurtaya bağlanma moleküler bileşenleri olan çift taraflı bir süreçtir. Martin’in söylemek istediği ise şuydu: Bilimsel bilgi, kültürel olarak inşa edilmiş biçimlerde oluşmaktadır ve Avro-Amerikan bilim insanları için cinsiyetçi yaklaşımlar bu şekillenmenin büyük bölümünü oluşturmaktadır.
Gender Trouble’da (1990) feminist teorisyen Judith Butler doğal bir sınıf olarak cinsiyet üzerindeki diretmenin aslında kendi ‘yapaylığından’ ileri geldiğini ileri sürmektedir. İnşa edildiği şekliyle (etkileşim, toplumsallaşma vb.) cinsiyet nosyonu günümüzde birtakım kabulleri kazanmış olsa da, Butler’in söylemek istediği toplumsal cinsiyet rolleri gibi cinsiyetin de en başından beri kültürel olarak yaratılmış olduğudur. Sonuçta Butler, Martin ve diğerleriyle benzer olarak güncel bilimsel çalışmaların cinsiyetin aslında ‘ikili’ olmadığına ilişkin bulguları sürpriz değildir.
Cinsiyete ikili bakışı desteklemeye yönelik girişimler günümüzde değişen bir paradigmaya karşı inatçı bir direnç gibi görünmektedir. Claire Ainsworth Nature’da yayımlanan ‘Yeniden Tanımlanan Cinsiyet’ (2015) adlı makalesinde cinsiyetin ikili olmaktan çok uzak olduğuna dair biyolojik tezi destekleyen çok sayıda vaka tanımlamıştır. En dikkat çeken örnek ise dört çocuğu olan 70 yaşındaki bir babanın rutin bir ameliyat sırasında doktoru tarafından bir rahime sahip olduğunun keşfedilmesi olmuştur.
Gelişimin erken dönemlerinde, embriyo cinsiyetsizdir ve erkek ya da kadın özelliklerini kazanma yetisine sahiptir. Ainsworth, ‘gonadların kimliğinin iki karşıt gen aktivitesi arasında bir çekişmeden ileri geldiğini’ söyler. Gonadların yumurtalık ya da testis olarak dönüşümü farklı genlerle kontrol edilir. RSPO1 genindeki bir sorunda ise ikisinden oluşan bir hibrid olan ovotestis izlenebilir. Gonadlar yaşam boyunca devam eden bir gelişme gerektirse de, yaşamın erken dönemlerinde henüz gelişmediğini ve zamandan bağımsız olarak durağan kaldığını gösteren fare çalışmaları da benzer şekilde ilginçtir.
Bu tabloya göre cinsiyet potansiyel olarak zamanla değişebilen bir birleşimdir. Aynı zamanda genetik, hormonal ve morfolojiktir. Cinsiyete ilişkin tüm bu farklı belirtiler birbiriyle iç içedir, dolayısıyla insanlar hayatları boyunca ‘karşıt’ cinsiyete ait hücre, hatta organlara bile sahip olduklarını bilmeden yaşayabilmektedir.
Ainsworth, çoklu cinsiyet kimliklerinin sosyal kabul edilirliğinin arttığına ve bilimin cinsiyet spektrumu fikrine dair meşruiyet gücü verdiğine, yasal sistemlerin ise bu fikirler karşısında yetersiz ve sorunlu olduğuna işaret etmektedir. Feministler ve lezbiyen, gay, biseksüel, queer ve transeksüel bilim insanları ile aktivistler bunun bir süreç olduğunu biliyorlardı ve hukuk, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet konusunda düşünmek için zengin alternatifler sundular. Bu sırada, sosyal bilimciler ve tarihçiler ise cinsiyet ve toplumsal cinsiyet rollerinin başka zaman ve yerlerde nasıl kavramsallaştığına ilişkin araştırmalar yapmışlardır.
Making Sex (1990) kitabında Thomas Laqueur, bazı premodern Avrupalıların sadece tek bir cinsiyeti tanıdığını, iki olası cinsiyetin onlara empoze edildiğini düşündüklerini belirtmiştir. Bu açıdan kadın bedeni, erkeğin değişime uğramış önemsiz bir şeklidir. Kadınınki içeriye, erkeğinki dışarıya doğru olarak her ikisi de penis ile özelleştirilmiştir. Antropolog Rosalind Morris All Made Up (1995) kitabında, Laqueur’in çalışmasının okuyuculara cinsiyet ikiliğinin bazıları modern biyolojinin sözde doğal beden olarak varsaydığı kesin karşıtlıklara indirgenebilen farklı biçimlerde hayal edilebilmesi için baskı uyguladığını yazmıştır. Bu aynı zamanda bize “cinsiyet spektrumunun” bizzat Batı Avrupanın yeni cinsiyet biliminin şekillendirdiği çerçevede sağlanan erkek ve kadın şeklindeki cinsiyet ikiliğinde kökleştiğini hatırlatır.
Melanezya’nın bir bölümünde adalar kümesi Okyanusya boyunca dağılmıştır, burada bir kişinin diğer insanların parçalarından oluştuğu ve cinsiyet kazandığına inanılır: Babalarının kemiği ve annelerinin kanı gibi. Haliyle daima bir erkek ve kadının birleşimi olduklarını düşünürler. The Gender of the Gift’te (1988) Marilyn Strathern insanların burada cinsiyet olarak “erkek” ya da “kadına” benzemelerine rağmen tek bir cinsiyet figürünün karşıt cinsiyete “ait” parçalara ya da uzantılara sahip olabileceğini yazmıştır. Dahası, bu parçalar her zaman bir cinsiyetin ya da diğerinin olmayabilir, duruma göre değişiklik gösterir. İlişkiler ve etkileşimler, cinsiyetlerin insanlar arasında zamanla farklılaşmasına neden olabilir.
Kişiliğe dair bu ayrışmış anlayış Avro-Amerikan dünyasında kabul gören bireyselliğin karşısında yer almaktadır. Ayrışmışlık bireyin bireysel olarak sınırlanamayacağını, ancak sosyal bütünlüğün bir parçası olduğunu kabul eder. Yani bireyin varlığı sürekli olarak başkalarıyla ilişkiler ve etkileşimlerle mümkündür. Kişiliğe ilişkin böyle bir anlayış ile cinsiyet daraltılmış bir kavramdan daha azı haline gelecektir.
Sandra Bamford’un Biology Unmoored’da (2007) yazdığına göre, Papua Yeni Gine’nin dağlık bölgelerindeki Kamea halkı akrabalık kavramını genler ve kalıtım olarak değil; karşılıklı alışverişten geçen ailesel sorumluluklar ile sosyal bağlar çerçevesinde görür. Kamea için, bir annenin ve babanın bedensel özleri uterusta savaşır ve çocuğun nihai cinsiyeti daha güçlü olan tarafından belirlenir. Yaşamın ilk beş yılında erkek ve kız çocuklara temelde aynı şekilde davranılır ve herhangi bir cinsiyet özelleştirilmesi yapılmadan imia (çocuk) olarak bilinirler. Bamford şöyle diyor: ‘Erkek ve kadın ya da erkek kardeş ve kız kardeş arasındaki farklılık doğuştan olarak görülmez; ancak ilk ve en önemli şey olan orijinal bir aynılık kavramıyla şekillenen cinsiyetsiz tek-kanlılık temeline karşı bunlar yaratılmak zorundadır,’. Bu aynılık kadın evlendiğinde veya erkeğin ergenliğe giriş ritüeli yapıldığında azalmaya başlar. Bu ritüellerle insanlar tamamen üretken varlıklar haline gelirler. Kamea için biyoloji tek başına anlamlı değildir, sosyal süreçlerle birlikte anlam kazanır.
Eski dönemlere ve diğer kültürlere bakıldığında yine cinsiyetin bizlerin birbirimize ya da kendi vücutlarımıza yüklediğimiz varsayımlarla ve ilişkilerimizden edindiğimiz anlamlar ile farklı düzeylerde oluştuğunu görüyoruz.
Günümüzde bilgilerimiz cinsiyetin basitçe erkek/kadın ikiliğinden çok bir spektrum olduğu konusunda bir uzlaşmaya doğru ilerliyor, şimdi ise ne olduğumuza dair bu temel bakış açısı ile ilgili yeni düşünce biçimlerini araştırma zamanı. Tarihsel ve antropolojik çalışmalar cinsiyetin yeniden görüntülenmesi için zengin bir kaynak sağlamakta, bizlere cinsiyet spektrumunun bizzat Batı Avrupa’nın birey ve bedene bakışında kökleştiğini hatırlatmakta ve bizi en temel biyolojik varsayımlarızla kritik bir çatışmaya davet etmektedir.
Çeviren: Koray Yarız
Düzenleyen: Eris İnal
Yazı ilk olarak 12 Mayıs 2016 tarihinde aeon‘da yayınlanmış olup NöroBlog’un aeon ile yaptığı işbirliği çerçevesinde Türkçeye çevrilmiştir.
NöroBlog’u Patreon üzerinden desteklemek için: patreon.com/NoroBlog
NöroBlog Kapak Görseli Freepik
Anasayfamızdan daha fazla sinirbilim yazısına ulaşabilir, podcast ve videolarımıza erişebilirsiniz.